Dostoyevski bir kahramanı aracılığıyla “Bir kentin mutluluğu her gün küçük bir çocuğa işkence yapılmasına bağlı olsaydı, kent halkı ne yapardı?” diye sorar biz okurlarına. Tabii ki biz “sayın okurları” da bir anlık duraksamadan sonra hemen yapıştırırız cevabımızı: “Çoğunluğun mutluluğu için bir çocuğa sırt çeviremeyiz.”
Bir romanın satırları arasından vicdanımıza yöneltilmiş bu soruyu olması gerektiği gibi cevaplamanın bir an için saadetini duyarız. Yanımıza mendil satmak için yaklaşan ya da ebeveynleriyle kaldırımın üzerinde dilenmek zorunda kalan diğer çocukları ise içimizde bir sızıyla arkamızda bırakarak yolumuza devam ederiz. Uzun bir zamandır, hepimiz, bizi darmadağın eden bu manzarayı o kadar sık gördük ki sanki bu insanlık dışı durumu kanıksadık. Bu nedenle bugün üzerine anlaştığımız yalanların en çirkini olan “Çocuklarımız her şeyden kıymetli.” hakkında bir kez daha Kefernahum vesilesiyle konuşalım ve kanıksamaya başladığımız bu durumla yeniden yüzleşelim istedim.
Kefernahum, Ortadoğu’da yaşanan savaşlardan kaynaklanan mülteci sorununu ve bu sorun nedeniyle artan çocuk hakları ihlallerini tüm çıplaklığıyla anlatan bir film. Filmin yönetmeni ve senaristi Nadine Labaki. 27. Uluslararası Film Festivali’nde (2008) ilk uzun metraj filmi “Sukkar Bannat”ın açılış filmi olarak gösterilmesiyle ülkemizde tanınan Labaki, yıllar içinde katıldığı festivaller aracılığıyla Dünya çapında da üne kavuştu. Bu film Labaki’nin dördüncü uzun metraj filmi. Birçok festivalden ödülle dönen bu yapım Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne değer görüldü. Ayrıca Lübnan’ı “Yabancı Dilde En İyi Film” dalında Oscar adayı olarak temsil etme başarısını yakaladı.
BİR ŞİKAYETİ VAR
Filmin açılış sekansında küçük bir erkek çocuğunu iç çamaşırlarıyla bitkin bir halde ayakta dururken görüyoruz. Doktorun muayenesinden sonra tahminen on iki, on üç yaşlarında olduğunu öğreniyoruz ama adını bilmiyoruz. Bunu takip eden sahnede ise kameraya bir grup mülteci kadın yansıyor. Güvelik güçleri tarafından yapıldığını tahmin ettiğimiz bir kimlik tespiti sırasında kameranın belli belirsiz işaretiyle Etiyopyalı Tigest Ailo ile tanışıyoruz.
İsimlerini bile doğru düzgün bilmediğimiz ama “suçlu” olduklarını anladığımız bu iki insanın hikayesini anlatmak için yönetmen bizi bir mahkeme salonuna götürüyor ve bize önce hikayenin sonunu söylüyor. Duruşmanın başlamasıyla biz, Zain (Al Hajj) ve Zain’in ailesiyle tanışıyoruz. Yönetmenin neden hikayeyi sonundan yani mahkeme salonunda anlatmaya başladığını hakimin Zain’e yönelttiği sorular sonucu Zain’in ağzından dökülen şu sözlerle anlıyoruz:
“ Anne ve babamdan şikayetçiyim. Beni dünyaya getirdikleri için…”
Labaki film açılışını takip eden ilk sahne olan mahkeme sahnesinde Zain’in avukatı rolünde karşımıza çıkıyor. Bundan sonra yönetmen, tüm film boyunca Zain ve Tigest‘in nezninde isimsiz bırakılan kadın, çocuk tüm mültecilerin hikayesini anlatmak için kamerasını bir avukat gibi kullanıyor. Anne ve babasının aracılığıyla Zain’e bu kaderi reva gören herkesi sanık sandalyesine oturtuyor ve tekrar tekrar soruyor: “Bir kentin mutluluğu her gün küçük bir çocuğa işkence yapılmasına bağlı olsaydı, kent halkı ne yapardı?”
Yönetmen bu hikayeyi anlatmak için filmin odağına Zain’i, Tigest’i ve onun “kimliksiz” bebeğini koyarak bize bildiğimiz başka bir gerçeği, savaşın erkek egemen zihniyetin en canavarca icadı olduğunu ve bunun en büyük kurbanlarının tarihin her döneminde kadınlar ve çocuklar olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Ardından kamerasıyla “kentin” yani dünyanın Zain’e ve onun gibilere nasıl davrandığını yer yer belgeselvari bir anlatımla çok gerçekçi biçimde yansıtıyor.
Labaki’nin bu gerçekçi atmosferi kurabilmesinde Zain ve Tigest’in üst düzey performansının büyük etkisi var. Yönetmen onların muhteşem oyunculuğunu gerçekçi mekan seçimleriyle tamamlıyor. Yeri gelmişken Zain’in ve Tigest’in gerçek yaşamlarında da birer mülteci olduklarını ve aslında kendi yaşamlarını perdeye taşıdıklarını söylemeliyim. Labaki kendisiyle yapılan bir röportajda oyuncu seçimini nasıl yaptığını anlattıktan sonra neden Zain'i seçtiğini şu çarpıcı sözlerle anlatıyor:
“…benim için o (Zain) mucize çocuk. Kendisi Suriyeli bir mülteci. Elbette Suriye’deki savaştan kaçmış, Lübnan’a gelmiş ve son sekiz yıldır Lübnan’da çok zor koşullarda yaşıyor. Okula gitmiyor, sokaklarda büyümüş. Sokaklarda büyüdüğünüzde çok şey görürsünüz. Çok fazla şiddet görür ve çok fazla istismara maruz kalırsınız. Kendisi görmemesi gereken birçok şey görmüş. (Bu nedenle) onda çocukluğunu yitirmiş, yetişkin olmuş bir çocuğun bilgeliği vardı. Bu yüzden bu kadar iyi olabildi. Çünkü zaten bildiği bir şeyi yapıyordu.”
OMELAS’TAN KEFERNAHUM’A
Yazıya Dostoyevski’den bir alıntıyla başlamıştım. Bu soru Ursula K.Le Guin’e de ilham vermiş ve bu sorudan hareketle Le Guin “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” öyküsünü kaleme almış. Yazar, bu öyküde ütopik bir şehri anlatır bize. Bu şehir birçok açıdan muhteşemdir. Bunun yanında herkesin refah içinde yaşadığı ve bunu doyasıya birbirleriyle paylaştığı çok medeni bir yer olan Omelas’ta herkesin bildiği bir sır da varıdr. Le Guin sonunda baklayı ağzından çıkarır ve bizimle herkesin bildiği bu sırrı paylaşır:
“Bir rüya şehri gibi görünen Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda kilitli bir oda, bu odada da küçük bir çocuk vardır. Bir oğlan ya da kız çocuğudur bu. Altı yaşlarında görünür. Ama neredeyse on yaşındadır. Belki sakat doğmuştur belki korku, yetersiz beslenme ve bakımsızlık yüzünden böyle görünmektedir. Günde sadece yarım kâse lapa verilir ona. Çırılçıplak bir şekilde soğuk ve küflü taşlar üzerinde oturur. Bedeni yaralarla kaplıdır.
Omelas’ın tüm sakinleri onun orada olduğunu bilirler. Hatta belli bir yaşa geldiklerinde gidip görürler bu çocuğu. Ama kimse onu bu odadan çıkarmaya teşebbüs etmez. Hepsi onun orada tutulması gerektiğine inanır. Çünkü bu ayrıcalıklı toplumun sürekliliği ancak o çocuğun bodrumda tutulması ile mümkün olacaktır. Omelaslılar, “mutluluklarının, şehrin güzelliğinin, arkadaşlarının şefkatinin, çocuklarının sağlığının, bilginlerinin zekasının, zanaatkârlarının maharetinin hatta hasadın bolluğunun ve yumuşak havanın bile oradaki çocuğun berbat yaşamına bağlı olduğunun farkındadırlar.”*
Labaki ise filme hikayesi İncil’e dayanan ve Fransızca’da kaosu, cehennemi, kargaşayı ifade etmek için kullanılan "Kefernahum adını vermesinin nedenini bir röportajda şu şekilde açıklıyor:
“Çocuk istismarı, sınırların absürtlüğü ve var olduğunuzu kanıtlamak için bir belgeye ihtiyacımızın olması. Bunların hepsini tahtaya yazdım ve tahtaya baktığımda bu “Kefernahum” gibi dedim; “Bu cehennem ve biz de cehennemde yaşıyoruz”. Filmin adı işte böyle ortaya çıktı.”
Omelas’ta tarif edilen bodrumun Kefernahum; buradaki çocuğunda Zain olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bu iki hikayenin akraba olduğunu inanıyorum.
Hepimiz kendimiz ve çocuklarımız için yarım yamalak da olsa bir Omelas kurmaya çalışıyoruz ama biliyoruz ki bu küçük dünyanın bir yerinden Zain ve onun gibilerin yaşadığı “Kefernahum” ayan beyan görünüyor. Belki de çocuklarımız bizim görmezlikten gelerek baş etmeye çalıştığımız Kefernahum’u görecek ve Omelas'ı terk etmek isteyecek. Belki de Kefernahum, Omelas’ı terk edip gidenler sayesinde yıkılacak, bilemiyorum. Dilerim ki biz, çocuklarımız için Omelaslar inşa etmekten vazgeçip Kefernahum’u ortadan kaldırmanın yollarını ararız.
Sezer Demir
* Meltem Gürle’nin “Omelas'ı Terk Edenler” başlıklı yazısından alıntıdır. https://meltemgurle.blogspot.com/2014/12/omelas-terk-edenler.html
Bu yazı ilk kez 23.04.2019 tarihinde Eğitimpedia'da yayınlandı.
Comentários